Space Sweepers

Aslına bakarsanız afişi görünce kaçacağım filmlerden biridir bu. Ben öyle fazla bilimkurgu uzay filmi falan izlemem ama bizim Song Joong Ki olunca başrolde açtık izledik.

2021 yılı yapımı filme de dünya yaşanmaz hale gelmiş bitki yok insanlar gaz maskeleri benzeri maskeler ile nefes alıyor. Diğer taraftan Richard Armigate’in oynadığı kötü adam uzayda cennet vari bir yerleşim bölgesi kurmuş, hızla büyüyen bitkiler ve bol oksijen. Yıl 2092 dünyalılar bu cennette yaşama hakkına sahip değil belli bir azınlığın böyle bir hakkı var diğerleri ikinci sınıf insan.

Bir grup insan uzaydaki çöpleri toplayarak para kazanmaya çalışıyor. Bizim esas oğlanda bunlardan biri. Gemileri ile çöp ararlarken çok değerli bir hidrojen bombasının kaçtığını öğreniyorlar. Bomba küçük bir kız görünümünde ve bizim elemanlar her nasılsa kızı buluyor. Bu kızdan para kazanabiliriz diye dahice bir fikir akıllarına gelince macera başlıyor.

Küçük kız çok tatlı , Richard Armigate ‘e bayılırım. Kötü adamda olsa sesini duymak çok keyifliydi. Film ise klişe ve biraz fazla uzun ama sonunda insanın içinde tuhaf bir sıcaklık bırakıyor. Bir tarafı buruk bir hikaye efem . Sağlıcakla kalın 🙂

ARCHİVE 81- Başka bir Dünya mümkün mü ?

Yeni bir dizi ile geldim efem , aslında bolca kitap okudum ama bu diziyi taptaze bitirdiğimden hemen anlatayım istedim.

Bir solukta izledim desem yeridir. Ben böyle gizemli, merak ettiren dizileri seviyorum. Konusuna gelirsek Müzede çalışan Dan onarılması gereken eski video ve kasetleri tamir etmektedir. İşinde iyi olan Dan’e bir gün gizemli bir adam onaracağı kasetler için 100 Bin dolar teklif eder ama iş çok gizlidir ve kimsenin olmadığı gizli bir tesis de yapacaktır. İşi bitirene kadar da kimse ile görüşmeyecektir.

İşe başlar ve kasetleri tamir ederken Melody denen hanım kızımıza ait olduklarını fark eder. Bizim hanım kızımız Melody bir gün üniversite projesi için apartman sakinleri ile röportaj yapmak amacıyla Visser Apartmanına taşınır. Visser apartmanı normal bir apartman değildir. Orda yaşayanlar da normal değildir. Bizim hanım kızımız videoya aldığı röportajlar ile ilginç şeyler keşfetmeye başlar. Dan Melody’nin çektiği kasetleri onardıkça biz de gerilim, gizem ve doğaüstü olaylara ait ipuçları topluyoruz.

İlk önce böyle tekliflere balıklama atlanılmaz ki Dan yapılır mı böyle şey :=) Melody karakterini, kafası karışık olmasına rağmen hep birilerine yardım etme isteğini sevdim. Dan’in hiç tanışmadığı biri için bu kadar çabalaması beni etkiledi. Ve tabiki Dan’in en yakın arkadaşı Mark ne yalan söyleyeyim ben olsam çoktan arkama bakmadan kaçardım sanırım.

Gelelim sorumuza başka bir dünya var mıdır? Peki ya siz mutlu olmak için farklı bir evrene geçmek ister misiniz? Yoksa mutsuzluk da sizinle birlikte mi gelir?

Burda olduğum için mi mutsuzum yoksa mutsuz olduğum için mi burdayım 😉

Güzel dizi benden söylemesi adios efem .

SPİNOZA PROBLEMİ (NAZİ SUBAYININ PARADOKSU)

Kitap yazıları ile geldim efem, Irvin D. Yalom sevdiğim bir yazar daha önce Nietzsche Ağladığında ve Günü Birlik Hayatlar kitaplarını okumuştum. Güvendiğim, tarzını bildiğim yazarları okumak eski bir arkadaşla karşılaşmak gibi.

”Herkes tarafından kabul edilmek ve sevilmek için olmadığın biri gibi davranmak mı yoksa kendin olmak için yalnızlığa mahkum edilmek mi ”

Kitap boyunca bu ikilemi düşündüm. Yalom kitapta iki farklı karakter Spinoza ve Rpsenberg ‘in hikayelerini kurgulayarak anlatıyor.

Spinoza aklı ile örtüştüremediği dini uygulamaları, hahamların insanları kontrol etmek için dini alet etmelerini kabullenemeyen biri. İnanmadığı ve yanlış olduğunu düşündüğü şeyleri sesli olarak dile getirmekten sakınmaması neticesinde cemati tarafından dışlanan ve aforoz edilen, yalnızlığa mahkum edilen biri.

Rosenberg ise Hitler’in yakın adamlarından biri ve yahudi olmasına karşın Spinoza’ya ilgi duyuyor, spinoza problemini çözmek için uğraşıyor.

Spinoza ve Rosenberg ‘in yaşadığı dönemler arasında yüzyıllar var ve bölümler bu iki tarih arasında akıyor. Hem bu ikisinin geçmiş,i onları şekillendiren toplumsal durumları ve yaşadıklarını öğreniyoruz. Hem de onların yakın birer arkadaşları ile konuşmaları sayesinde iç dünyalarına dalıyoruz. Anlatım tarzını, üslubunu sevdim.

Spinoza’nın herkese karşı sadece kendi inandığını savunması, aklının kabul etmediğini sırf cemaatine ayak uydurmak için riyakarlıkla kabul etmektense ret etmesi muazzam. İnsanın kendi benliğini bulması ve ne olursa olsun ondan kopmaması gerektiğine vurucu bir gönderme.

Rosenberg’in ise başkasının beğenisi ve onayı için yaşaması, onay almadığından depresyona girmesi adeta modern dünyayı anlatıyor. Günümüzde de herkes beğenilmek çabasında değil mi, kabul görmek için uyum sağlamak için değil mi bütün uğraşlar. Daha güzel görünmek, daha başarılı olmak, sadece ün ve şöhret sahipleri için değil kendi küçük dar çevrelerin de bile insanlar kabul görmek için debelenip durmuyor mu? Herkes kendi değerini toplumun ona atfettikleri üzerinden ölçüyor. Toplumun aynasındaki yansımasını yeterli görmeyen insanoğlu karamsar ve depresif oluyor.

İnsanın beğenilmek için kendi benliğinden uzaklaşması ile içinde oluşan boşluk yine başkaları ile doldurulmaya çalışılıyor ve sonuç hüsran. Bundan değil mi sevilmeye bu kadar değer atfetmemiz . Ret edilmek ise tam bir kabus. Bu değil ki toplumdan uzak yaşamalı, kendi dışından kimseyi önemsemeli veya Spinoza gibi tek başına kalmalı hayır demek istediğim bireyselliği arşa çıkarmak değil veya insan ne olursa olsun sadece kendi istediğini yapsın. Demek istediğim bizi törpüleyip farklılıklarımızı eriten, birbirine benzemezsen, uyum sağlamazsan kabul görmediğin topluma bu kadar bağımlı olmanın nasıl tehlikeli olduğudur.

Sırf güzel gözükmek için deliler gibi spor yapmak, estetik merkezlerine koşmak ve bakım ürünlerine takıntılı olmak, yada çok iyi bir okula gidip çok başarılı bir iş sahibi olmak, zengin olmak, senden beklenen ne varsa yapmak bu son derece ürkütücü geliyor.

Toplum insanın hayatını şekillendiriyor, oku, işe gir, evlen, çocuk yap, birikim yap, yaşlan ve öl. Peki ya hepsi bu değilse …

Spinoza yaşadığı ve büyüdüğü çevrede çok cesur bir şey yapıyor. Herkese ve tüm inançlara aykırı olmak , gerçekten zor bir hayatı kendi kendine seçmek, inanılmaz. Çünkü yapımız gereği başkalarına ihtiyacımız olduğu bir gerçek.

Rosenberg ise anlamadan okuyan, fikirlere düşünmeden ve sadece delicesine bir inanç ile bağlı olan bir karakter ve birinin akıl ile yalnızlaştığı diğerinin ise inanç ile yalnızlaştığı bir evren Yalom’un kurguladığı hikaye.

Üzerinde çok düşünülecek bir kitap ben sevdim. Belki de uzun zamandır fikirsel alışveriş yapmadığımdan, okuduklarımı tartışacak kimse bulamadığımdan fazla konuştum. Dağınık bir yazı oldu efem, ne edelim benden bu kadar 🙂

Ne dersiniz hangisi daha iyi bilinçsizce körü körüne inanarak mutlu olmak mı yoksa sorgulayarak mutsuz olmak mı ?

Friends adlı sitcom’da Rachel karakteri zengin hayatını ve nişanlısını düğün günü terk eder. Babası ile konuştuğunda ona ” bütün hayatım boyunca herkes bana sen bir ayakkabısın dedi, peki ya ben ayakkabı olmak istemiyorsam ya ben bir çanta yada bir şapka olmak istiyorsam ” diyor. Özetle kendi benliğini bulmak için ne istediğini bilmek lazım. Önce kendini tanı , Adios Efem 🙂

Yorumlarınızdan beni mahrum etmeyiniz 😉

Nasıl Yapılıyordu Ki Bu İşler

Merhaba efem, gerçekten nasıl yapılıyordu bu işler, yazı yazmayı unutmuş olabilirim. Bu yazı sevgili osmnulsn adlı sadık okuyucuma adanmıştır 🙂 Çok yazmak istedim ama yoğunluk gerçekten fırsat vermedi. Bir de korona olup geldim. Malum zor günler ama bu arada bol bol dizi izleyip, kitap okudum. Çoğunu hatırlayamadığımdan aklımdan kalan bir kaç öneri de bulunmak istiyorum.

Diziler

Hellbound : Güney kore fantastik dizisi ile başlayalım. Dizinin konusu şöyle ki insanlar ölüm tarihlerini söyleyen bir melek tarafından kehanetler almaya başlıyor. Meleğin ölüm saatini söylediği kişi korkunç yaratıklar tarafından öldürülerek cehenneme götürülüyor. Kehanet alan herkesin cehenneme gideceğini öğrenmesi ile toplumda panik başlıyor ve yeni bir din ortaya çıkıyor. İnsanların cehenneme gitmekten korkmaları, yeni din ile birlikte günahkarlar dışlanmasına hatta korkunç muamelelere maruz kalmalarına neden oluyor. Dizi fantastik falan ama beni asıl etkileyen o sahte din ve insanların değişik durumlarda verdikleri tepkiler oldu. Oluşan yeni tarikat ve müridler etrafında insanlığın doğasının işlenişi beni etkiledi efem, ekran başında sinirlerim de zıplamadı değil. İzlenmeli, düşünülmeli diyorum.

Yine bir kore dizisi ile devam edelim Reflection of You : dizinin ilk bölümlerinde merak uyandırması etkilemişti beni, daha sonra yavaş ilerleyişi ama zamanla biraz daha hızlı mı olsa demedim değil. Konu olarak anlatılmaya kakılsa spoilersız olmaz diye pek anlatasım da yok. Açıkçası dizi insan doğası, bencillik, insana bağımlılık, sevgi açlığı, narsistik gibi pek çok duyguyu bir ressam ve onun ailesi ile geçmişi etrafında işliyor. Dizi hala bitmedi bu arada çok sürprizli de değil tahmin edile bilinir ama verdiği duygulardan mıdır nedir sevdim. Kimse kimseye bağımlı olmasın efem, açılış müziği de ayrı güzel. Kendini başkasının ona olan sevgisi üzerinden değerli veya değersiz gören insanlara da kızmıyor değilim hani 😉

Filmler

Get Out: çok yeni izlediğim bir film oldu. Filmi orjinal senaryo ödülü aldığını duyunca merak ettim ve konusuna bakmadan açıp izledim efem. Hatta eskiden böyle şeylerden haberim olurdu neden şimdi hiç bilmiyorum dedim. Kardeşim de hep netflix yüzünden dedi. Galiba haklı yeni şeyler aramıyorum bile, iyice tembel oldum. Neyse konusu zenci bir arkadaş, beyaz kız arkadaşının ailesi ile tanışmaya şehir dışına gider. Yanlış anlaşılmasın ırkçı değilim tabi ki de konu zenci olmakla alakalı olunca öyle anlatıyorum. Türü ne desem bilemedim korku demek için bir şeyler eksik , gerilim desen var , biraz da bilim kurgumsu demeli galiba. her çeşit sosla bezenmiş filme gelince fena değildi. Öyle ahım şahım da değil , kötü de değil ama tahmin edilebilinir olması beni gerilim filmlerinde pek çekmiyor maalesef.

The Unforgivable : Namı diğer Affedilmez ; bir polisi öldürmekten uzun süre hapis yatan baş rolümüz, hapisten çıkınca daha 5 yaşındayken evlatlık verilen kız kardeşini bulmaya çalışır. Hem hapisten çıkınca yaşanan zorluk, insanların ve toplumun kabul etmeyişi, hem parasal sorunlar hem de kız kardeşini ararken yaşadıkları ile kadın karakterimize üzülürken buluyoruz kendimizi. Yine sonunu tahmin ettiğim ama buna rağmen beğendiğim bir film oldu. Yavaş akan bir film olmasından mıdır bilmem yormadı beni. Ve ana fikir herkes sizi yargılar ama çok az kişi gerçeği merak eder.

Göklerin Hakimi: Leanorda Di Caprio severiz ama filmi onun için değil de Howart Hughes in hayatını gerçekten merak ettiğim için izledim. Daha önce denk gelmiştim ve Howart Huhges in nasıl biri olduğu ilgimi çekmiştir. Dahi mi yoksa deli mi . İzlenmesi gereken biyografik filmlerden biri.Filmi fazla uzun buldum ve bazı yerlerde verilmek istenenin tam olarak sağlanamadığına inanıyorum ama Leo nun oyunculuğu için bile izlenir.

Dont Look Up: Baya popüler bir film, oyuncular zaten ünlü neden olmasın dedim. Konusu dünyaya çarpacak dev bir göktaşının dünyanın sonunu getireceğini keşfeden iki gökbilimcinin bu konuda bir şeyler yapılmasına ilişkin mücadelesini anlatıyor. Oyunculuklar iyi, hikaye güzel ama bazı yerlerde o kadar absürt ki, tamam yönetimleri falan eleştiriyor ama izlerken öyle rahatsız edici şekilde saçma gelen kısımları oldu ki filmi tam olarak bağrıma basamadım. Yani bunu daha ciddi ele alsalarmış severdim.

Yalan Çemberi: Bu sefer ki hint filmi efem. Amır Khan oynamasa izlemezdim sırf o oynuyor diye açıp şans verdim ama finalin böyle olacağını bilsem zaman harcamazdım. Çok mu acımasız oldum çok mu zor beğeniyorum bilmem ki.

Korona olunca bol bol kitap okudum onu ayrı bir posta yazsam iyi olacak, bu arada çok şey izledim lakin hepsini hatırlamak zor. Güncelde seinfield izliyorum sit com ları hep kısa bölümler olduğu için sevmişimdir. Georga Contanza ve Kramer için izliyorum desem yeridir. Komik ve hiç bir şey hakkında her şey 🙂

Bir sonraki posta görüşürüz efem, ( Yazmayı unutmuşum sürçi lisan ettimse affola , yorumlarda buluşmak üzere mutlu, huzurlu seneler efem. Beni unutmayın efem 🙂 Aşağıda 2012 yılında neden yazdığımla ilgili bi dolu konuşmuşum hatırlamak iyi geldi bundan sonra bol bol yazmak umuduyla. esen kalın efem 🙂

Bir kaç ufak öneri…

ben yine aradan sonra döndüm efem . Kısa kısa bir iki şey anlatım kaçmak niyetindeyim. Malum hava güzel ve yasaksız cumartesi 🙂

İlk anlatacağım dizi ” Gözlerinin Ardında” bu diziyi herkes ya duydu yada izledi biliyorum hatta ben sürekli karşıma çıktı halde burun kıvırdım. Sonuçta klasik ihanet konulu dizi dedim. Evet gerçekten de ihanetmiş konu 🙂

Mini dizi, konusu ise kısaca psikatrist bir koca, onun eşi ve ve bu adamın yeni iş yerindeki sekteriyle yaşadığı aşk yani özetle bu üçlü arasında yaşananlar. David (doktor), karısı Adele ve sekreter kadın arasında çarpık bir ilişki ağı var. Öncelikle adam ve karısında bir tuhaflık olduğunu hissettirerek merak ettiriyor ama 6 bölüm gibi kısa bir dizi olmasına rağmen sıkıyor bir yerden sonra ee nereye bağlayacak diye izledim. Finali dizi deki tek kurtarıcı unsur olmuş, o yüzden hikayeyi film yapsalar süreyi kısa tutsalar daha iyi olurmuş. Bir kitap uyarlaması olduğunu da belirteyim. David ‘in tanıştığı ilk kadınla ilişki yaşamasını anlamadım, Sekreter kadının çocuklu bir anne olarak hem de eşinden aldatıldığı için boşandığı halde aynı davranışı sergilemesi tuhaf, bir de bununla yetinmeyip David’in karısı ile arkadaşlık kuruyor. Dedim ya tuhaf ilişkiler … Neyse zaten asıl konu bu ihanet değil aslında. Finale kadar bu geçmişe dönüşlerde Adel için bu kadar değişmesini tuhaf bulmuştum. Ya bir insan bu kadar farklılaşamaz (kadının oyunculuğu iyiydi) dedim durdum yani sona gelmeden anlıyorsunuz . Ah be Adel dedirtti sonuçta. Sekreteri sevmedim ve Rob ilk andan beri hiç hoşlanmadım. David ise sinir bi tip spoiler olmasa baya eleştirirdim. Neyse efem bir bakın belki ilginizi çeker.

İkinci dizi uyarlaması Capitani, malum polisiye, gerilim, merak severim, Çok klişe bir hikaye. Bir gün izin alıp kırsala giden geçmişi gizemli polisimiz yakın bir köyde bir genç kız cesedi bulunmasıyla davaya atanır. Her zamanki gibi bu sessiz sakin huzurlu görünümlü köyde kimin eli kimin cebinde belli değil. Herkesin bir sırrı var falan. Polis yanına iki de köyden acemi polis yardımcısı alır ve davaya başlar. 15 yaşında bir kız ölmüş ve ikiz kardeşi ise kayıptır. Her bölüm yavaş yavaş olaylar gelişir, sırlar açığa çıkar. Çok klişe ve katili de sonunu da tahmin ediyorsunuz ama izlettiriyor kendini. Ve ana fikir ne oluyorsa yine masumlara oluyor efem .

Greta gizem/gerilim tarzınızda bir film. Çok şey vadetmeyen sıradan bir film ama bir insanın bir başkası tarafından nasıl taciz edilebildiğini gösterdiği için beni ürküttü. Kurtulmak istediğiniz ama kurtulamadığınız biri korkunç bir fikir. Ve tabi sevgisizlik insana neler yaptırabilir. Greta cık annesinin ölümünden sonra büyük şehre gelip en yakın arkadaşıyla yaşamaya başlıyor. Garsonluk yaparken bir gün metroda bir çanta buluyor. Çantayı sahibine götürmeye karar veren iyi niyetli kızımız bu sayede yaşlı bir kadınla tanışıp arkadaş oluyor. Annesini de kaybetmenin verdiği duygusal hallerle de kadınla dostluğunu ilerletiyor taki işte olay bundan sonrasında … ana fikir kimseye güvenme sanırım 🙂

Bir kaç kitap da okudum ama onlar başka bir yazıya artık. Bu aralar hep gizem/gerilim konulu şeyler izledim. Şöyle mutlu edecek şeyler izlemenin zamanı gelmiş sanırım var mı önerisi olan ses verin ey okuyucu 🙂

Şimdilik esen kalın efem 🙂

MY MİSTER- BİR TUTUNAMAYANLAR HİKAYESİ

Normalde izlediğim film yada okuduğum kitapları yazacaktım ama bu diziyi bitirince soluğu burda aldım çünkü uzun zaman sonra anlatmalıyım dediğim bir yapıma denk geldim. Aslında kore dizisi izlemeyeli çok zaman olmuştu. Nedense yarım bırakıyordum bu diziye de başlamış 2. bölümde sıkılıp bırakmıştım. Ya modum uygun değildi yada yine mi şirket entrikaları diye düşündüm ama bir şey işte bir şans daha ver dedi ve ben neden bu kadar beklemişim diye kendime kızdım. Kıymetini bilememeşim dizinin 🙂

Başrolünde bizim meşhur PASTA dizisindeki yeap şef oynuyor diye açıp izlemeye başladığımı itiraf edeyim ama dizi öyle bir sardı ki şimdi nerden başlayıp nasıl anlatsam bilemedim. Diziyi anlatmayı beceremesem diye baştan söyleyeyim ben sevdim siz de bir şans verin efem 🙂

Bu kadar muhabbetten sonra artık bir giriş yapalım değil mi ? Başrollerinde lee sun gyun ( bu adamın dizi ve filmleri saymakla bitmez ama çoğunlukla ödüllü parazitten tanınıyor) ve IU/Lee ji eun (kendisini en son scarlet heart ryeo da izlemiştim lee jun ki ile birlikte ciğerlerimi dağlamıştı) var. İki başrol oyuncusunun da oyunculuklarını beğenirim.

Bence tür olarak slice of life olmalı her ne kadar bazı yerler tabi ki kurgu olsa da, genel anlamda sanki çıplak hayat gerçeklerini yüzümüze çarpıyor. Konusu ise her zamanki gibi bir şirket (olmazsa olmaz) ile şirket çalışanları etrafında şekillenen bir dizi. Şirkette çalışan 40 lı yaşların başındaki ajusshi (buna bayım diye çeviri yapıyorlar ama ne kadar doğru bilemedim ) ile 20 li yaşların başındaki geçici eleman (en alt kademe çalışanmış/ taşeron diye de çeviriyorlar) hanım kızımızın yollarının kesişmesi ile başlıyor olaylar. Çalışanları ile onların hayatları, acıları, aileleri dahası hayat mücadelesi üzerine hayata dair ne varsa sergiliyor dizi. Bunun yanında şirket entrikaları, ayak kaydırmalar, kıskançlıklar, özlemler, mutsuzluklar, başarı ve mevki peşinde koşmalar. (para mutluluk getirmiyor ki ) Dizi de her türlü duyguya yer verilmiş sanki. Oyuncularda gayet başarılı.

Ofis ortamı konusunda zaten diyeceğim yok üç aşağı beş yukarı iş ortamları hep böyle maalesef. Bizim bu esas adam ( artık esas oğlan da denmez ki 40 yaşında adama) hikayenin baş rolü olunca , onun ailesi, arkadaşları , annesi, kardeşleri, karısı, çocuğu vs. derken bir sürü yan karakter dahil oluyor hikayeye ki ben çok sevdim bunu çünkü karakterlerin hepsi bir tutunamayanlar seçkisi gibi. Hepsi hayatta şöyle yada böyle başarısız olmuş ama bir şekil de de hayatlarını idame eden tipler. Aynı mahallede oturan bu insanların hepsinin kendi özgü bir özelliği ve hikayesi var. İzlerken hepsinin yerine geçip empati kurabiliyor insan. Onlara hak verip onlar için üzülüyorsunuz (yazar burda kendi sıkıntılarını unutup tatmin oluyor sanırım 🙂 )

Mesela büyük abi çalıştığı şirketten ayrılmış sonra kurduğu her iş iflas etmiş ve en son karısı onu terk etmiş. Küçük erkek kardeş tek bir film bile çekemeyen bir yönetmen ve tabi en çok empati kurduğum mahalledeki barın sahibi kadın. Sevdiği adam onu bırakıp kesiş olmuş ama kadın adamı 20 yıl beklemiş. Onun o yalnızlığı içime işledi. Başarısız oyuncu kızımız ve 3 oğlu olduğu halde hala çalışmak zorunda kalan yaşlı annemiz ile mahalle sakinleri de hep bir dert sorunla boğuşuyor.

Başol erkek yani şirket müdürü ise hayatı mutsuzluk içinde geçen ama sorun olduğunu bile anlayamayacak kadar bıkkın bir karakter. Melek gibi kalbi ve iyi niyetine rağmen hayatın hiç mutluluk getirmediği müdürümüz sevilesi bir kişilik.

Hanım kızımız ise hayatın tokadını daha çocukken yemiş, annesi terk etmiş, tefecilerle uğraşan, borç ödemek için gece gündüz çalışan, yatalak üstelik sağır ve dilsiz bir büyükanneye bakmak zorunda olan fakat çok güçlü ve zeki bir karakter.

Bakmayın çok dram bir tablo çizdiğime dizi boyunca eğlenceli komik sahneler de yok değil. Aynı hayat gibi.

Ben hem çok konuştum hem de spoiler verdim gibi hissediyorum o yüzden sevdiklerime geçiyim yazıyı sonlandıracağım efem.

Mesela uzun uzun yürüyüşler var dizi de akşamları sokaklarda , Müdür ve bizim hanım kızımızın sık sık yaptığı yürüyüşler o sahneleri çok sevdim. Şöyle uzun uzun yürümek istedim.

Kimsenin kimseye karşılıksız iyi davranmadığı zamanlarda birilerinin diğerlerine iyilik yaptığını görmek gülümsetti. Aile ve arkadaşlık kavramını bu kadar iyi yansıtmalarını sevdim. Hayatın inişli çıkışlı bir yol olduğunu görmek güzeldi. Herkesin kendi içinde dertleri var dedirtti. Kimse mükemmel değil. Karakterlerin hata yapıp pişman olmalarını, öz eleştiri yapıp hatalarını telefi etmelerini sevdim. Kimse melek değil dedirtti herkesin bir kusuru var. Mesela müdürün karısına bile empati kurdurttu dizi.

En sevdiğim sahne ise metro da kızın, müdüre seni özlediğim için bekledim dediği sahne oldu. Adamın o şok ifadesi çok iyiydi.

Dizi müzikleri çok iyiydi. One Million roses şarkısını defalarca dinledim. Bizden bir hikaye gibiydi. Herkes mutlu olmak istiyor ama şans her zaman bizden yana olmuyor işte. Dram diye başladım ama ağlayamadım efem oysa ağlatsın istiyordum. Bir de tatmin etmeyen kusuru Finali oldu ben ne zaman şöyle tatmin eden bir final izleriz bu kore yapımlarında bilemiyorum.

Sinirlendiğim nokta ise maalesef hala hissedilen sınıfvari bir toplum düzeni var mesela yöneticiler ve onların yaşamları, hayatlarındaki lüks ile geçici eleman, ona davranışlar ve onun yaşadığı çevre bunu açıkça göz önüne seriyor. Evet sınıf değil bunun adı kast sistemi de değil ama onun modern hayat uyarlaması, mevki ve para bu sefer sınıf yerine geçiyor çok üzücü.

Birde yaş olay var iki insan birbirini anlıyorsa gerisi hikaye 40 yaşında bir adamı yalnızca 20 yaşında olup da 30.000 yaşında gibi hisseden hanım kızımızın anlaması gibi. Üstelik aciz kızı koruyan şövalye yerine küçücük kızın koruduğu koca bir adam var daha ne olsun. Boş verin klişelerini belki içinizi ısıtır bu hikaye. Kendinizden bir şeyler bulursunuz.

Benden şimdilik bu kadar efem esen kalın 🙂

Umarım tüm sevgiler karşılık bulur….

Bu aralar ben…

Günün anlam ve önemine istinaden paylaşım yapmayacağım korkmayın, yalnızca bir yıl daha yaşlanıyorum. Doğum günleri neden her sene daha hüzünlü oluyor ki. Neyse efem bu aralar neler mi yaptım? kitap okudum gerçi bloktan uzakken de çok güzel şeyler okumuştum ama paylaşamaya fırsat bulamamıştım. Bu kitapları bu kadar geç okumam konusunda da mahcubum nasıl bunca zaman okumamışım.

İlk kitap Jose Saramago’nun Körlük kitabı; dünyayı birden bire bir körlük salgını sarar. Nedenini kimse bilmez, nasıl bulaştığı da belli değildir ama en ufak temasta, aynı ortamda bulunmak kör olmak için yeterli. Pandemi sürecinde bu kitabı okumak pek kolay olmadı ama çok beğendiğimi söylemeliyim. Hemen salgını engellemek isteyen yetkililer kör olanları karantinaya alır. Bu karantina sürecinde biz insanlık ne demek işte ona tanık oluyoruz. Aslında toplum olmadan insan ne demek, insanın özü nasıl işte buna şahit oluyoruz. Söyleyecek çok şey var tabi fakat kitabın okunması taraftarı olduğumdan çok anlatmak istemiyorum. İnsanın ruh haline iyi gelmediği kesin biraz sinir bozan bir kitap kabul ediyorum. Kitabı benim için değerli kılan ise aslında hepimizin şartlar el verdiğinde nasıl çirkinleşebileceğini göstermesi maalesef kimse sınanmadığı günahın masumu değil. Rahat ve konfor içinde birer aziz gibi davransak ta , ölümle yaşam arasındaki çizgi de her şey bulanıklaşabilir. Körlüğün karanlık değil de beyaz körlük olması da ilginçtir. Aklıma Elizabeth Gaskell’in kitabından uyarlanan kuzey ve güney adlı dizideki cehennem beyaz kar beyaz repliği geldi. Ana fikir fırsatınız varsa değerlendirin efem. Kitaptan bir alıntı ise ” Kör adam o gece rüyasında kör olduğunu gördü”

İkinci Kitap Fahrenheit 451, itfaiyecilerin kitapları yaktığı bir gelecekte halinden mutlu olmayan bir itfaiyecinin hikayesi. Uyumsuz komşu kızının hikayesi, mutsuz ev hanımlarının, kitap severlerin, eskiyi özleyenlerin hikayesi, televizyona bağımlı olmayan ,mutluluk ve uyku hapları olmadan yaşamak isteyen insanların hikayesi, Birazda isyanın hikayesi çünkü bizim esas oğlan hayatın ona sunduklarında bir sorun olduğunun farkında. İyi bir işi, güzel bir evi ve eşi vardır. Baktığımızda mutlu bir hayatı olması gerekir ama onun mutluluğu o kadar pamuk ipliğine bağlı ki liseli bir kızın tuhaf soruları hiç yapmayacağını düşündüğü şeyler yaptırır ona. Aslında karakterimiz kitap tutkunu değil hatta onların çok azını okumuş roman da gezginlerden birinin dediği gibi o bir romantik ve ben bu yanını çok sevdim. Ve ancak romantikler bu kadar çılgın şeyler yapabilir. Freni patlamış bir kamyon gibi davranmasının başka açıklaması olamaz. Ray Bradbury’ün kitabın son sözü için yazdığı ve en beğendiğim kısma yer vererek bitiyorum. Bu alıntıyı çok sevmemin nedeni bu blogdaki yazıları hep çok hızlı yazdım üzerlerinde düşünmedim ve asla düzeltme yapmadım o yüzden çok fazla yazım hatası vardır 🙂

”Ayrıca çok çabuk yazıyordum çünkü çok dürüst olmak istiyordum. Zihnimdeki şeyleri üzerine düşünmeye vaktim olmadan yazıya dökmek için hızlı olmaya hep inanmışımdır. İçsel mantığıma her ne ise sadık olmak istiyordum. Dünyadaki her hangi bir inanç grubuna sadık olmak istemiyordum. Gruplara ait olmaktan hep korkmuşumdur. Olabildiğince kendim olmak ve benim düşündüğümü keşfedip ortaya çıkarmak sonra da onu mantık çerçevesinde değerlendirmek istiyordum. Ve düşündüğü görmek istiyordum. ”

Not: Kitabın ismi yazarın itfaiyeyi arayıp kağıt kaç derece yanar diye sormasıyla çıkmış.

Kitaplar güzelde yaşlanmak değil efem. Her doğum günümde biraz da yalnızlaşıyorum sanki. Bu yazıyı burada kesip yeni bir film yazısı ile dönmek üzere benden bu kadar esen kalın efem 🙂

Gerçeklerden Kaçış Part 1

Herkese merhaba,

Geçen hafta bahsetmiştim biraz sıkıntılı günler yaşıyorum diye bu yüzden kendimi bir kaç saat gerçek dünyadan uzaklaştıracak ve mutlu edecek animelere sardım. Uzun zamandır anime izlemiyordum. Kaç yaşında olursam olayım animelerin beni rahatlattığı bir gerçek çocukça gelebilir ama huzur veriyor 🙂

İlk önce bahsedeceğim anime A whisker Away 2020 yapımı 1 saat 44 dk lık bir romantik anime. Biraz uzun gelebilir ama benim için akıp gitti. Başrolümüzde okullu kızımız Muge var. Konumuz ise Muge’nin aşık olduğu çocuk için ona yakın olmak için kediye dönüşmeyi kabul etmesi. Kızımızın ailevi problemleri var. Annesi onu küçükten terk etmiş babası başkasıyla evlenmek üzere. Kendini çok mutsuz hissettiği bu dünyada bir gün yakışıklı bir çocuğa aşık olur ve onun sevgisini kazanmak için uğraşır durur. Sonunda da kendisini sevmeyecekse bari sonsuza kadar onun yanında kalsa yeter diyip kedi olmayı kabul eder. Peki burada biter mi hikaye tabi ki hayır macera tam burda başlıyor aslında. Beni çeken yanlarına gelirsek Muge’nin mutsuz olmasına rağmen neşeli halleri, sevmekten ve sevdiği çocuk için yaptıklarından utanmaması, tabi ki o gençlik yıllarının kafa karışıklıkları , sağlam dostlukları falan. Bir taraftan da buruk bir tat bırakıyor çünkü sonsuza kadar birinin yanında kalmak için insan olmaktan vazgeçmek fikri çok hüzünlü . Kimse kimseyi bu kadar sevmemeli be Muge. Fantastik büyülü bir dünya olan kedi alemine dalıp bol bol pişmanlık izleyeceğiniz ama asla vazgeçmeyen, cesur ve beklentisiz sevmelerin yer aldığı sıcacık bir anime a whisker away. Ben sevdim efem umarım siz de keyif alırsınız 🙂 Şimdilik esen kalın efem .

Bir Blog Hikayesi

O kadar uzun zaman geçmiş ki yeni yazı oluşturmakta bile zorlandım. Ben blogu zamanında anlatıp rahatlamak için açmıştım. Yeni keşfettiğim şeyleri heyecanla paylaşma isteği ve biraz da kötü olduğunda yazıp rahatlamak için. Çok faydasını da gördüm. Yazmak akıl sağlıma çok iyi geliyor 🙂

Uzun zamandır yazmıyordum, iş yoğunluğu, artık eskisi gibi blog okunmaması, çevremin dağılması, yeni şeylere veya anlatmaya pek hevesim olmaması belki en çok da işimin yazmak üzerine oluşu beni blogtan uzaklaştırdı. Bu aralar iş konusunda yaşadığım stressli dönem ve yazılarımı beklediğini söyleyen bir yorum beni buraya getirdi.

Kaç zamandır , keşfetmeyi ve paylaşmayı özlediğimi fark etmiştim ama geri dönmek hiç bu kadar cazip gelmemişti.

Sözün kısası efem ben artık buralarda olmaya çalışacağım umarım siz de olursunuz.

Geri dönüş yazım bir tanıtım yazısı olmadı çünkü neyi anlatacağıma karar vermeliyim. O yüzden bu yeniden bir araya gelenlerin hal hatır muhabbeti gibi olsun. Yeni yazılarda görüşmek üzere esen kalın efem 🙂

Home Again – Var mı ev gibisi

Romantik komedi tarzı sıcak bir aile ve dostluk filmi ile karşınızdayım efem. Bazı filmler vardır izlerken yavru kedi severmiş gibi bir his bırakır da içiniz dışınız pamuk şekerle dolar . Anlatamıyorum ama kısacası izlerken keyif veren ,samimi ve sıcak bir filmdi.

Konuya gelecek olursak  başrol kadın oyuncumuz ( ki parantez açmalıyım kendisini pek beğeniyorum güzel kadın vesselam – neyse kısa keselim )  kocası ile ayrılık sürecindeyken baba evine iki küçük kızıyla taşınır ve bir gün hayatı üç tane film sektörüne bodoslama dalmak isteyen çulsuz adamla kesişir. Mecburen sokakta kalan 429adamlara misafir evini geçici olarak tahsis edince de aile, dostluk ve aşk üzerine güzel bir ilişki yumağı oluşuyor.

ben filmde insanların samimi bir şekilde bir birlerine bağlanmalarını sevdim. Kan sudan ağır olsa da bazen aile olmak için kan bağına gerek yoktur. Bir de kadının kırk küsur yaşında olup da gençten sevgili yapması var ki bence çok tatlı bir çift olmuşlar.

çocuklar , eski koca falan derken izlerken sıkılmayacağım bir film olmuş. benden bu kadar. şöyle bir iki saat bu dünyadan uzaklaşıp keyifli bir film isterseniz alternatif olabilir.

keşke dünyanın da böyle şeker alternatifleri olsa şimdilik esen kalın efem 🙂